Faiz bazen ilaç, bazen zehirdir....
Geçen ay 3 değerli uzmanla yabancı yatırımcıların katıldığı bir panelde konuşma yaptım. Dört kişi, Merkez Bankası'nın faiz adımlarının geç bir karar olduğu, bu sebeple 500 baz puanın aşırıya kaçan bir yaklaşım olduğunda hemfikirdik. Geçen yıl faiz artışı yapılmış olsaydı, hem enflasyon hem de kurlar konusunda bir sonuç alınabilirdi. Ancak, büyüme rekoru kırmak hoşumuza gitti. Tam gaz yola devam ettik. Merkez Bankası da buna uydu. Ancak 2018'in başından beri, bütçe dengesi, cari denge, enflasyon ve neticesinde kurlarda ayar bozulmaya başladı. Bu durum şirketlerin alabildiğine borçlanmasından da kaynaklanıyordu.
Şubat-mart aylarında bir analiz yaptığımda, Holding ve grupların birçoğunda toplam borç konsolide ciroyu geçmiş durumdaydı. Zaten büyük grupların art arda gelen “yeniden yapılandırma” taleplerinin arkasındaki gizem buydu. Bankacılık için en önemli sorun, bazı sektörlere açılmış yabancı para krediler ile bazı gruplara verilen muazzam büyüklükteki krediler. Bu sebeple bazı bankaların kendilerine bir stres testi uygulaması gerekiyor. Hatta idari takibe düşen ama “tahsili gecikmiş alacak” (TGA) olarak henüz değerlendirilmeyen kredilerle alakalı yepyeni bir yaklaşım gerekiyor. “IFRS 9” etkisi olarak adlandırabileceğimiz yeni durumda, idari takipteki kredilerin TGA'ya dönüşmesi an meselesi. Faizlerin sürekli yükseldiği bir ortamda, manevra yapmak kolay olmaz.
Merkez Bankası faizleri bir kez daha yükseltmiş olsaydı, Bankalardan başlayıp Esnafa yayılacak bir zorluk piyasalara egemen olacaktı. Özetle, borsada al-sat yapan veya TL faizde olanlar sevinsin diye Türkiye Ekonomisi'ni risk altına sokmanın faydası yok. Kredilerin vadesinin uzaması ve piyasaların düzgün çalışması için faiz kararlarının bir önceki yüzyılın paradigmalarına bakarak verilmemesi gerekiyor.
Karardan hemen sonra sosyal medyada şöyle bir paylaşım yaptım: “Merkez Bankası faiz yükseltmezse Dolar 5.5 TL olur adlı komedi sona ermiştir”. Elbette buna tepki gösterenler de vardı. Çünkü faizin yükseleceğine kesin gözüyle bakıp pozisyon almışlardı. İkinci tepkili grup ise, rantiye kesimiydi. “Bizi ancak yüzde 20 faizli mevduat paklar” parolasıyla yola çıktıkları için, hayal kırıklığının acısını benden çıkarmaya çalıştılar. Ben de “sabredin o gün de gelecek” dedim. Şaka yapmadığım halde, öfkeleri dinmedi.
Sebep-sonuç ilişkilerinin farkında olmak lazım
Bir başka kesim de beni iktidar partisinin dümen suyunda gitmekle suçladı. Halbuki yazılarımda herhangi bir siyasi görüş olmadığını okuyanlar biliyor. İlginç olan, aynı fikirde oldukları zaman büyük destek verenlerin, onlara uymayan bir fikri dile getirdiğimde hemen cephe almaları. Ancak, Amerikalı Rahip davasının ara kararı sebebiyle Dolar/TL'nin düştüğünü, bunun ekonomik başarı olmadığını iddia edenler de vardı. Aslında, bu itirazları benim yıllardır anlattıklarımı destekler nitelikte. TL'nin istikrara kavuşması yüksek faizle değil, siyasi, ticari ve stratejik ortaklarımızla düzgün ilişkiler kurmakla olur. Faiz yükseltme bir “acil durum” hamlesidir. Kalıcı tesir bırakmaz. Bu çerçevede Rahip Davasının ara kararından doları gevşeyen kurları bir “şans faktörü” olarak nitelendirenlerin olması, gerçekten ilginç bir durumdu.
Özetle, uzman denilen kişilerden sokaktaki vatandaşa kadar 21. yüzyılın sebep-sonuç ilişkileri konusunda bilgi sahibi olmaları gerektiğini düşünüyorum.
Faiz zamanında kullanılırsa ilaç, zamansız kullanılırsa zehirdir. Merkez Bankası'nı son kararından dolayı kutluyorum.