Her Ülkenin Kuruluş Felsefesi Farklıdır
Ülkelerin kurucularının felsefelerindeki farklılık aynı zamanda ekonomik, sosyal, diplomatik ve siyasi farklılıkların da hazırlayıcısı oluyor. Mesela ABD'nin kuruluş felsefesini bir Amerikalı şöyle anlatmış: "...Kurucu babalarımız demokrasinin mükemmel bir rejim olmadığını bildikleri hâlde inandıkları şey özgür irade idi. Kişilerin hak ve özgürlükleri doğrultusunda yaptıkları tercihlerin bu mükemmel olmayan rejimi yaşanır hale getireceğini düşünüyorlardı. Eğer Amerika bu kurucu felsefesinden ayrılırsa, dünyadaki herkes de özgür iradeye olan saygısını kaybeder…”
Elbette oldukça iddialı bir cümle sarf etmiş. Çünkü ABD için “özgür irade” 1970'lere kadar beyaz adamın lehine bir gelişme göstermiş. Bundan başka başka ülkelerin iç işlerine karışarak kendi özgür iradeleriyle başka ülkelerdeki insanların özgür iradeleriyle verdikleri kararlara karışmışlar. Böyle bakınca “özgür irade” Amerikalıların bile ait olmayan, Amerikan Devletindekilerin fütursuzca kullandığı bir enstrüman gibi gözüküyor. Yine de kuruluşundan bugüne kadar Amerikan Halkının kendi içinde verdiği özgürlük mücadelesi, kadın-erkek eşitliğinden ırk ayrımcılığına kadar adım adım kazanılan hukuk mücadeleleri dünyaya örnek olmuş. Sadece Muhammed Ali'nin Vietnam Savaşına karşı yürüttüğü kampanya yüzünden Yüksek Mahkeme tarafından önce suçlu bulunup sonra affedilmesi bile, hukukun üstünlüğü açısından dikkate değer örneklerdir.
Türkiye'nin kuruluş felsefesi ise kamu ve özel sektör işbirliğine dayalı, hiçbir gruba “azınlık” ismi koymadan herkese eşit mesafede davranmak için tasarlanmış bir devlet anlayışı üzerine inşa edilmiştir. Eğitim ve üretim cumhuriyetin yapı taşlarıdır. “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” diyerek ABD gibi kendi menfaatimiz için başka ülkelerin iç işlerine karışmayı en baştan doğru bulmamış, Doğu ve Batı ile ilişkilerini her zaman dengede tutan, hakkı olanı kimseye bırakmayan, haksız taleplerde bulunmayan bir devlet bakış açısını benimsemiştir.
"Türkiye'nin Kamu İşletmeciliği"
Amerika'dan farklı olarak Türkiye, ekonomik dengeyi tamamen serbest rekabet ortamında değil kamunun piyasaları kanunlarla ve kurumlarla regüle ettiği bir sistemle ulaşmayı amaçlamıştır. Bu sebeple özel sektörün faaliyetlerine destek olmak amacıyla kamu bankaları, kamu sanayi firmaları, kamu ticaret firmaları, kamu sigorta şirketleri kurulmuştur. Bunların kuruluş amacı esasında yeterli sermayeye sahip olmayan özel sektörün görevini belli bir süre yapmak, haksız rekabeti veya rekabete aykırılıkları önlemektir.
Yıllar geçtikçe ticari faaliyette bulunan kamu firmalarının piyasayı bozucu etkileri ve muazzam zararları ortaya çıkınca 1980'lerde tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de özelleştirmeler başlamış hem firmalar hem de haklar ve lisanslar özel sektöre devredilmiştir.
Kamu Bankalarının bugün sayısı azalsa da bankacılık sektöründe hem kredi hem de mevduat açısından ilk sıralarda yer almaları dikkat çekici iken, bayrağımızı taşıyan THY'nin dünyanın en büyükleri arasında olması da altı çizilmesi gereken bir gerçektir. Ancak enerji, sigorta, gıda, iletişim, liman işletmeciliği gibi alanlarda devletin piyasalardaki varlığının fayda getirip getirmediği konusunda bir etki analizi yapmak gereği ortadadır. Belki de bazı sektörlerin tamamen devlet elinde olması, bazılarının sadece özel sektörde olması gerekirken “quasi” bir hale gelmiş olmasının piyasaları bozmakta olduğunu gözlemliyorum.
Bu durum belki de özel sektörün rekabet ettiği alanlarda faaliyet gösteren kamu işletmelerinin, Ziraat Bankası, Halkbank, Vakıfbank ve THY gibi kesin bir amaçla ya da vizyonla kurulmuş olmamasından kaynaklanmaktadır.
Enerji ve İletişim gibi sektörlerde ise süreç artık 50 yıl öncesine göre çok farklı şekilde ilerlemektedir. Gıda başlı başına bir güvenlik konusu haline gelmiştir. Demek ki, değişik sektörlerde varlık gösteren kamu işletmelerinin misyon ve vizyon açısından bir kez daha ele alınması gerekiyor.
Ekonomik gündemde herhangi bir değişiklik olmadığı için, uzun zamandır el atmadığımız yerlere bir göz atmakta fayda olduğunu düşünerek paylaşmak istedim.